Birbirimize soracağımız o kadar çok soru, konuşmamız gereken o kadar çok konu vardı ki biz çareyi susmakta bulmuştuk. Hem korkuyorduk da, göz göze geldiğimiz birkaç saniyeden anladığım kadarıyla. “Benim sorularıma cevap verir de sıra ona gelirse?” korkusu vardı üstümüzde muhtemelen. Ya da sadece bende vardı, onu dahil etmeden. Zaten hiç anlayamamışımdır gözlerini, ya onlar yalan söyler ya da ben gerçeklerden kaçıp yalanlara sığınırım. Onun için sadece bende vardı herhalde bu korku, yıllar öncesinden miras kalmıştı hem de. Rakamların yerini harflerin aldığı bir matematik dersinde ilk kez “anlamadım” dedim, ömrümde ilk kez anlamak istediğim halde anlamadığımı birisi anlasın istedim, anlamadı. “Nesi var bunun anlaşılmayacak, gel tahtaya” dedi, gittim. Orda da anlamadım; oturmak ya da ayakta olmak değildi bunun nedeni, ben harflerle matematiği bağdaştıramamıştım, anlamamıştım. O günden sonra vazgeçtim anlamadıklarımı sormaktan. Nasılsa “o” anlardı, ona inanır, aldanırdım. Anlamadığım anlaşılmasındı, aldanmaya razıydım.
“Şehre mega hafıza uzmanı gelmiş, konferanslar verecekmiş, duydun mu?”
dedi, evet gerçekten söyledi bunu. Onca sorunun, geçen onca zamanın muhasebesi bitmişti, maga hafıza uzmanından konuşalım istiyordu.
“Biz çocukken çıkardı ya televizyona, hani seyircilerle oyunlar oynar hafızasının ne kadar güçlü olduğunu gösterirdi”
Aferin ona. Bu nerden çıktı demedim, ben de sarıldım bu gereksiz konunun gittikçe zayıflayan kollarına suskunluğun kuyusunda daha da derinlere düşmemek için:
“Hayret” dedim, “benim ufalıp küçülmesini hatta yok olmaya yüz tutmasını istediğim şeyin, hafızanın ve hatırlamanın, gelişmesi genişlemesi için insanlar uzman oluyor, uzmanları dinliyor.”
Anladı, üstelemedi. Ama anlamasın isterdim, sorsun, ben de “ne var bunda anlaşılmayacak” deyip hazırlıksız yakalayayım isterdim, belki de rahatlardım. Olmadı, sormadı, sormadım.
“Ben balık hafızalı olmak istiyorum” dedim saniyeler sonra. İçimde kanatılmayı bekleyip tatlı tatlı kaşınan bir yara vardı, açılsın istiyordum. “Her gördüğüm yeri ilk kez gördüğümü sanıp sonra alışmış olmak, her şeyi önce öğrenip sonra unutmak, akvaryumumu her turumda yeni evimmiş sayıp sağa sola giderek güzelliğine iç geçirmek, süs olsun diye konulan köprünün altından üstünden geçmek ve bunların hepsini yaparken hepsini aynı anda unutmak, beni izleyerek huzur bulanların huzurumu kaçıranlar olduğunu hemen unutmak…”
Yine olmamıştı, tuzağa düşmemiş, neden diye sormamıştı.
Ben de soramam korkarım sıranın bana gelmesinden. Cevaplarından korktuğum sorular var, ne olurdu tuzağa düşseydi?
Bir ben miyim acemi kalan?