Otuz beş yaşındayım ve hala ağlarken anne diye ağlıyorum. Bir taraftan da burnumda oluşan sümük baloncuk olunca yavaş yavaş nefes verip balonu genişletmeye çalışıyorum. Saçlarım beyazlaşırken favorilerim kızıllaşıyor ve sakallarım sararıyor. Kıçımın kılı (kimsenin kıçının kılı değilim bu arada kendi kıçımdan bahsediyorum) hangi renge dönüşüyor düşünmek bile istemiyorum. On altı yıllık memurum ve bir kaç bin kitap, bir dolu oyuncak ve bir kaç takım elbiseden başka hiçbir şeyim yok çok şükür. En iyi arkadaşım beş yaşında bir oğlan çocuğu. Köpeklerle mesafeli bir ilişkim var ama kedilerden hiç hazetmiyorum. Ekseriyetle canım sıkkın ve mütemadiyen depresyona giriyorum. Hatta aynı gecede bir kaç kez depresyona girip çıkacak kadar yalama ettim güzelim hastalığı. Ağaçlardan en çok çam ağacını, parklardan Şirintepe Parkı’nı, takımlardan Beşiktaş’ı ve kadınlardan dünyanın en güzel kadınını seviyorum. Çam ağacı meyve vermiyor, parkı yakında tadilata sokacaklar, Beşiktaş Avrupa kupalarından men edildi ve galiba sevdiğim kadın beni sevmiyor. Gerçi seviyor da olabilir, bilmiyorum. Yağmur yağarken kendimi iyi hissediyorum, hiç açıklayamayacağım bir neden yüzünden yağmuru Tanrının bana bir kıyağı olarak görüyorum. Saat şu an dört buçuk bütün aklı başında insanlar uyumuştur kuvvetle muhtemel. Bense uyuyabilmek için onların uyanmasını bekliyorum. Gönüllü gece bekçisi gibiyim, kendi kendine durumdan vazife çıkaran. Bu yazı daha çook uzar. Ama ben bundan da sıkıldım. İyi ki Ceylan Ertem var. Bir de Georges Perec ne güzel yazar, Türkan Şoray ne güzel kadın ve Selim Işık ne güzel arkadaş değil mi? Evet evet öyleler..